Pazar, Kasım 27, 2011

Peki ya siz?

Hepiniz mi aynısınız?Bu kadar mı bir renkleriniz, bu kadar mı tonsuz?
Nasıl da planlanmış hayata dair anılarınız, nasıl da kurgulanmış usta bir yönetmenin elinden çıkmış gibi kalem kalem tüm davranışlarınız?
Sevgileriniz yalnızca beklentilerinizin ardına sığınmış aslında hiç olmayan gölgeler.
Bir kubbenin gölgesi altında cennet diyen diliniz anlayamadığım bir dilde şeytanı fısıldar olmuş.
Ruhlarınız defalarca farklı bedeni yıkadığınız aynı suda yıkanmaktan solmuş, renklerimden çalmak ister biliyor, geç de olsa fark ediyorum.
Peki ya siz, hep böyle bir renklerde misiniz?
Hiç değişmez mi gizliden gizliye aramıza nifak tohumları serpiştirme hususunda ki istikrarınız?
Ya dar zamanlarda sever görünüp geniş zamanlara yayılmış biçimde aniden unutmalarına ne demeli?
Siz renklerimin görebildiğinizde kamaşan gözlerinizi arada sırada da olsa bir mahçubiyetle kaçırmadığınızda kör edeceğini bilmiyorsanız suçum ne?
Oysa siz sadece bir an oluşan sükûnet hayallerimi yerle yeksan ettiniz
Peki ya siz, hiç üzülmediniz mi elinizin çamurunu sanat etiketi altında kubbeye kadar bulaştırıken?

Cuma, Kasım 25, 2011

Balonlarıma Dokunmayacaktın!

"Söyle bakalım en çok anneni mi seviyorsun babanı mı?" Çocukluğumda en az sizin kadar duyduğum bu soruya verecek cevabım her zaman hazır olmasına rağmen her ikisi de yanımda olduğundan "Annemi!" diyemeyip "İkisini de!" demişliğim çoktur ama hiçbir zaman "Babammmmm!" diyesim gelmemiştir içimde kaybolan çocuk coşkusuyla. Malûmunuz, kız çocuğu babaya, erkek çocuğu anneye düşkün olur hem kızlar daima babaları gibi bir erkekler evlenmek ister, erkeklerse anneleri gibi bir kadınla. Bir çok erkek için annem gibi anını yaşatacak bir kadın olmama rağmen hiç bir zaman babası gibi bir adamla evlenmek isteyen bir kız çocuğu olamadım. Hayatım boyunca bu tip sevgi dolu standartlardan ayrılmış olmamın tek bir nedeni var, babam.


Siz hiç ta içinizden, ciğerinizin bir köşesinden haykırır gibi baba dediniz mi? Benim baba hitaplarımsa yalnızca mecburiyetten ve boğazımda düğümlenerek çıktı hep, gece yarısı uyandığımda uykumun açılmasından korkup yan yatarken su içme çabalarım gibi, boğulmalar geçirdim anlık bir kelime yüzünden. Babası ölen arkadaşlarımı şanslı sayıp az keşkeler çekmedim gözümde bulunan kirpiğe itimat edip dilekler tutarken ama nafile, ben hiç babası olan bir çocuk olamadım.


Bir okul dönemi bitişinde annemi her defasında duygulandıran üzerinde notların yazılı olduğu o ikiye katlanmış kağıdı babama göstermek için hiç heyecanlanmadım, heyecanı bir kenara koydum, geldiğinde o günün karne günü olduğunu hatırlayıp "Getir bakalım karneni" demesinden korkardım göğsümü gere gere "Benim karnem" diyeceğime çünkü biliyordum başıma gelecekleri. Ağzında daha sonraları alkol almaya başladığımda ayırt edebildiğim içkilerin karışmış kokusuyla bıyıklarını yüzüme batıra batıra "İşte benim kızım" diye beni öpüşlerinin ardından haddi olmayan böbürlenmeleri başlayacaktı zerre kadar payı olmamasına rağmen olabildiğince köstek olarak. O sobanın önünde ders çalışır görünürken içimde acaba bu gece kaçta gelecek, acaba bu gece kavga edecekler mi, keşke biz uyuduktan çok sonraları gelse, bir köşede sızıp kalsa bize hiç ilişmese diye düşünüp aklıma gelen son ihtimale -belki bir araba çarpmıştır da ölmüştür- gülümsediğimi hiç bilmedi. Çocuk dedikleri yaşta onun üzerine kurduğum ölüm senaryolarını bilse kendinden nefret ederdi eminim.


O yaşlarda en yakın zamanlarımı geçirdim Tanrı ile, günümün her anı dua ederek, her gece dua ederken ağlamaktan yorgun düşüp uyuya kalarak ve sabahında hem annemi hem de kendimi sağ bulduğum için şükrederek geçti hayatım, bir de kardeşimi tabi olayları o dönemde kavrayamayan, annemin babama neden bağırdığına benim neden "Babam yok benim" diye haykırdığıma anlam veremeyen kardeşim, sonradan sonraya büyüdükçe anlayıp bana hak verdiğini söylemesine gerek bile yoktu çünkü gözlerinin kısılmasından, mavisinin grileşmesinden ve ağzından çıkacakların endişesiyle büzdüğü dudaklarından belli oluyordu ne yaşadığı, ne hissettiği.


Esasında iyi bir insan olması, her düşenin yardımına koşması beni hiç umutlandırmadı, bana her gece annemi kaybetme korkusunu yaşatmasının gölgelerini silemedi zihnimden. Aklımda kalan bu ve benzeri gecelerin yanında annemin istemeye istemeye peşine takılıp bizi de yanına kattığı akraba düğünlerinde bizi bir masaya oturtup arkadaşlarıyla demlenirken arada yanımıza uğrayıp -sözüm ona erkeklik yapacak ya- beni kandıracağını zannedip elime tutuşturduğu balonu sigarasıyla aldırmadan bile isteye patlatışlarıydı bir de...


Oysa benim annem Elvis sever, sabahları yalnızca bir kahve ve sigara içer.


Oysa o ne annemi ne de sevgisini hak etmedi.


Bense; o haberi alacağım ihtimali ve o anı düşünüyorum kafamda, zorlasam da olmuyor, akmıyor gözümden yaşlar. Bir insan olarak sevdiğim, herkesin sevdiği bu adamı babam olarak sevememenin ağırlığını taşıyorum üzerimde...
Başucumda duran cam bardağa uzandım ruhumla beraber ağrıyan kemiklerimi ekin zamanı buğdaylarda tarla böceği olması kadar alışılmış bir durumdan sayarak, su dediğin berrak olmalı elbet ama gecenin karanlığında rengini görebilecek durumda değilim, günlerdir beklemişliğin içine kattığı tozları da tabi.Birkaç yudum alıp gerisin geriye yatağa yığılıyorum.


Sevmiyorum bu gece kendimi, senin sever gibi göründüğün aslına sadık olmayan yarından kurtarmak için atıyorum o sen yanlarımı bir bir ve bir daha geriye almamak üzere gönderiyorum nereye giderse.


Biliyorum, her ter ediliş başka bir parçayı alıp götürüyor henüz un ufak olmamış ruhumdan ama duvar sağlam olsa da aradan dökülüyor küçük taşlar ya da tuğlalar ve bir zaman sonra harap bir görüntüye ulaştıracak biliyorum. Harap duvarların halini görmemiş değilim, ya biri sızar dibinde ya gelir çöp dökerler ya da “BURAYA İŞEME” uyarısına rağmen gelir geceden kalma biralarını bırakıverirler. Nereye kadar ayakta kalır bilmem, bildiğim tek şey; kendimi sevmiyorum bu gece…